NENEHATUN

NENEHATUN(1857-1955)

(1857) – (22.05.1955)

Aziziye tabyası denilince akla Nene Hatun gelir. Aslında, “Nene Hatun” bir rumuzdur. Bir yeniden doğuşun, bir şahlanışın, bir kıyamın remz’idir. Daha sonra bütün İslâm-Türk kadınlarının, topyekün bir milletin hatta İslâm ümmetinin sembolü olur. O bir rol modeldir. Ne zaman, nerede nasıl olunması gerektiğini, ne yapılması gerektiğini ve nelerden vazgeçilebileceğini ve neye sarılıp sahip çıkılması gerektiğini anlatan, öğreten bir sembol…


Nene Hatun 1857 Erzurum doğumludur. 22 Mayıs 1955 yılında Hakk’a yürümüştür. Aziziye savunmasına yirmi yaşlarında genç bir gelinken, küçük yaştaki oğlunu ve üç aylık kızını evde bırakarak katılmıştır.


Nene Hatun o geceyi anlatıyor…

O günler, özellikle de o gece yani 8 Kasım’ı 9 Kasım’a bağlayan gece kendisine sorulduğunda; sanki çok sıradan, yapması gereken bir şeyi, yükümlü olduğu bir görevi yerine getiren bir insanın rahatlığıyla şöyle anlatır:

“- Ağabeyim Hasan cepheden ağır yaralı olarak bir gece önce eve gelmişti. Bir yandan ona bakarken, bir yandan da üç aylık çocuğumu emziriyordum. Kardeşim o gece kollarımın arasında öldü. Sabaha karşı minarelerden; Moskof Aziziye’ye girdi diye haykırışlar başlayınca, kardeşimin alnını öpüp; seni öldüreni öldüreceğim diye yemin ettim. Yavrumu Allah’a emanet ettikten sonra satırımı alıp dışarı fırladım. Sel gibi Aziziye’ye akıyorduk. Tabyanın mazgallarından düşman ölüm yağdırıyordu. Düşmanda iyi silah vardı, bizde de iman. Koştum… Dadaşların arasına karıştım… Satırım durmadan kalkıp iniyordu… Ben, ben değildim sanki… Ne yaptığımın farkında değildim… Daha sonra kendime geldiğimde her tarafımın kan revan içinde olduğunu gördüm o kadar… Ne yaptım… Ne ettim… Nasıl yaptım… Neler yaptım… Yok… Hiçbir şey hatırlamıyorum… O günden bu güne kulağımdan gitmeyen bir tek ses var… Minarelerden söylenen; Moskof Aziziye’ye girdi sesi… Gözümün önünde de kucağımda şahadet şerbetini içen kardeşim…”


“Gene yaparım…”

Derken ardan yıllar geçer… Artık o yirmi yaşında bir gelin değildir. İsmi unutulmuştur. Ona herkes Nene Hatun demektedir. Çocuklarının, torunlarının bile ismi hatırlardan silinmiştir. Çünkü artık o bütün vatan evlatlarının anası, bütün vatan çocuklarının nenesidir. Artık O birilerinin değil, bir milletin Nene Hatunu’dur… Ve bütün dünya onu böylece tanımakta ve bilmektedir.

Bir gün; NATO’da görevli bir Amerikalı subay kendisini ziyarete gelir. Biraz sohbet ettikten sonra der ki:

“- Peki bu gün o günleri düşündükçe neler hissediyorsun?”

Yaşlılıktan beli bükülmüş olan, büyük bir tevazu ile subayla sohbet eden Nene Hatun dönüp subayın yüzüne bakar. Bu bakışta; böyle bir soruyu neden ve nasıl soruyor bu yabancı subay bana, ifadesi vardır. Elindeki bastonunu sımsıkı kavrayarak dikilir ve:

“- O zaman vazifemi yapmıştım. Bu gün de ilerlemiş yaşıma rağmen aynı hizmeti, daha mükemmeliyle yapacak güç ve heyecana sahibim” karşılığını verir.

Amerikalı subayın yüzünde; dehşet, ürküntü ve aynı zamanda hayranlık dolu bir ifade vardır.

………………

Velhasılıkelâm Nene Hatun o geceyi böyle anlatıyor. Peki ya halk ne diyor, nasıl anlatıyor o geceyi. Gelin hep birlikte bir de halkın anlattıklarına kulak verelim…


Hasan’ın Şahadeti…

Hasan eniştesi ile aynı cephede savaşmaktadır. Vücudu iki mermi yarası alır. Seyyar Sıhhiye Bölükleri cephedeki asker kadar yaman bir mücadele vermektedir. Kapasitelerinin çok üstünde yaralı vardır. Malzeme ve ilaç yetersizliği de durumu kat be kat zorlaştırmaktadır. Yaralılardan durumu biraz elverişli olanlar fazla tutulmadan evlerine gönderilmektedir. Hasan da kolunun birini kaybetmiş olan bir hemşerisiyle birlikte evine gönderilmiştir.

Hasan 7 Kasım günü arkadaşının omzunda, bir ikindi vakti gelip ablasının kapısını çalar. Genç kadın karşısında takatsiz bir halde duran yaralı ağabeyini görünce ne yapacağı bilemez. Hemen içeri alıp yer döşeğine yatırır. Ağabeyi konuşamayacak kadar mecalsizdir. Yolda gelirken çok kan kaybetmiş, şuuru kapanmıştır. Yarasını açıp temizler. Üstünü sıkı sıkıya örter. Soğumaya başlayan elini ayağını ovuşturarak ısıtmaya, ona can vermeye çalışır. Elinden gelse kendi canını ona verecektir. Çırpınır durur kadıncağız… Bir yandan koşuştururken bir yandan mırıl mırıl dualar okur, yakınır durur.

İki bebesi vardır; biri iki yaşında diğeri üç aylık, henüz kundakta… İki yaşındaki ne olduğunu bilmeden, anlamadan -ama bir şeyler hissetmiş olacak ki- öylece bakar durur; çırpınan, koşuşturan anasına… Ne ekmek ister ne su, öylece sessiz sedasız durur.

Üç aylık olan arada bir ağlar… Genç kadın altını temizler, emzirir. Kucağına alıp pışpışlar yeniden yatırır bebeğini. Koşturup yufka ekmeği “sıkım” yapıp tutuşturur diğerinin eline…

Bu arada Hasan iyiden iyiye soğumaya, soluğu kesilmeye başlar…

İki yaşındaki bebe kundaktaki kardeşinin yanına sokulur. Bir müddet sonra uyur kalır…

Genç kadın ağabeyinin başucuna oturur Kur’an okur… Bir ara elini ağabeyinin alnına koyar. Buz gibidir. Yüreğine bir yangı düşer. Anlar ama anlamazlıktan gelir. Hemen fırlar ayağa küçük bir ayna parçasını getirip Hasan’ın ağzına tutar. Hani nefesiyle buğulansın diye… Fakat nafile Hasan’ın hepten soluğu kesilmiştir. O artık şehit olmuştur…

Gözyaşları sel olur genç kadının. Sonra inancı ağır basar; susar… Yeniden sarılır Mushaf’a; Yâsin okur; bir daha, bir daha, bir daha… Sabah olmadan kırkbir Yâsin’i tamamlamayı hedeflemiştir.


“Moskof Aziziye’ye Girdi…”

Merkez camiinin imamı kapının yumruklanmasıyla uyanır.

“- Hayırdır inşaAllah” diyerek kalkar yatağından. Dualar mırıldanarak, endişeyle gidip açar kapıyı. Karşısında Aziziye Tabyasından yaralı bir asker görünce şaşkınlığı ve endişesi bir kat daha artar. Yaralı Asker:

“- Moskof Aziziye’ye girdi” der ve yığılır kalır kapının ağzında…

Öte yanda kundaktaki bebek ağlamaya başlar. Genç kadın kırkbir Yâsin-i Şerifi bitirmiş duasını toplamaktadır. Elini yüzüne sürüp bebesini kucağına alır ve kelime-i tevhidlerle, salavat-ı şeriflerle emzirmeye başlar…


Minarelerden Çağrı Yapılır…

Osmanlı vatandaşı olan Ermeni çeteleri Erzurum’un Aziziye Tabyası’na girmeyi başarmışlardır. Tabyayı koruyan Türk askerlerini uykuda yakalayıp kılıçtan geçirirler. Bu sırada arkadan gelen Rus askerleri ise hiçbir zorlukla karşılaşmadan tabyayı teslim alır.

Erzurum’da minarelerde sabah ezanı her zamankinden daha bir farklı, daha bir yanık okunmaktadır. Adeta bir ağıt gibidir… Zaman zaman müezzinlerin sesleri titremekte, makamlar kaymakta ağıta dönüşmektedir. Ezanın bitiminde Erzurumlular müezzinlerin şu sözleriyle şok olurlar:

“- Ey ümmet-i Muhammed kalkın uyanın Moskof askeri Aziziye Tabyasına girdi…”

“- Ey ümmet-i Muhammed Moskof Aziziye Tabyasını kılıçtan geçirdi, kalkın, davranın…”

“- Ey Müslüman kalk!.. Davran!.. Moskof harem-i namusumuzu çiğneyecek…”

Bu haykırışları duyan genç kadın kundaktaki bebesini diğerinin yanına yatırır. Her ikisini de öpüp koklar ve:

“- Sizi bana Allah verdi. Ben de ona emanet ediyorum…” der ve ağabeyinin başucuna gelir. Onun uyuyormuş gibi huzurlu bir tebessümle yatan sararmış yüzüne bakar:

“- Vallahi seni şehid edenleri ben de öldüreceğim…” deyip alnından öperek ayağa kalkar. Eline bir satır alıp dışarı fırlar…

Çağrı Emir Telakki Edilir…

Bütün Erzurum sokaklara dökülmüştür. Minarelerden müezzinlerin yaptığı çağrıyı vatan savunması için birer emir telakki etmişlerdir. Silâhı olan silâhını, olmayanlar; balta, tırpan, kazma, kürek, sopa ve taşları ellerine alarak Tabya’ya doğru koşmaktadır. Kadın-erkek tüm Erzurum halkı yollara dökülmüştür. Genç kadın da onların arasına karışır.

Erzurumlular, savaşmaya değil ölüme gitmektedir. Hepsi de bunun farkındadır ve bunu bile bile Aziziye Tabyası’na doğru koşmaktadırlar.

Tabyaya yerleşmiş olan Rus askerleri, gelenlere yaylım ateşi açar. Ön sıradakiler o anda şehit olur. Arkadakiler, geri çekilmek yerine daha bir kararlı ve hızlı olarak ileri atılır. Demir kapılar kırılıp içeri girilir. Boğaz boğaza bir savaş başlar.

Mükemmel silâhlarla donanmış eğitimli Rus askeri ve onların işbirlikçisi olan Ermeniler, baltalı-tırpanlı, taşlı-sopalı eğitimsiz halk karşısında ancak yarım saat tutunabilir. 2300 Rus askeri ve Ermeni öldürülür. Tabya geri alınır. Türkler, 1000 kadar şehit verir ve bir o kadar da yaralı…

Hemen yaralıların tedâvisine başlanır. Genç Kadın da yaralılar arasındadır. Fakat o yarasına aldırmaz. Evindeki bebesini unutmuş, diğer yaralıların kanını durdurabilmek, yaralarını sarmak için çırpınmaktadır. Genç kadının bu cansiperâne davranışı işte o zaman fark edilir. Ve o kadar çok sevilir ki; herkesin bacısı, anası, evladı olur.

Genç kadının vatan için gece başlayan mücâdelesi, tüm düşman Erzurum’dan kovuluncaya kadar devam eder. Erzurum’un her karış toprağında cephâne taşıyarak, yaralılara hemşirelik yaparak, yemek pişirerek, su dağıtarak, hizmetten hizmete koşarak destanlaşır.

Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın zaferinde o genç kadının ve O’nun vatan aşkını paylaşan bütün Erzurumluların payının çok büyük olduğunda bütün tarihçiler hemfikirdir.


İşte o genç kadın; işte bu Nene Hatun’dur…



“Erler Yaylası Erzurum’un yiğit evlatları!.. var olun!..”

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK



Nene Hatun Hakkında Birkaç Cümle Daha…

O bütün bu yaptıklarına karşılık diğer bütün gerçek kahramanlar gibi hiç kimseden, hiçbir şey istemedi. Ne bizden, ne sizden, ne onlardan, ne devletten, ne de milletten… Hiçbir kişi, kurum ya da kuruluştan en küçük bir beklentisi olmadı.

1877 yılından 1954 yılına kadar geçen zaman zarfında hiçbirimiz, hiçbiriniz, hiç kimse… Hiçbir devlet kurumu ya da özel/tüzel kimlikli kuruluş; O’na hiçbir şey vermedi.

1954 yılında 3ncü Ordu Müfettişi Nurettin Baransel Paşa bu durumu fark etti. Bir hayli çaba harcayarak O’na “3ncü Ordunun Nenesi” unvanının verilmesini sağladı. Cüz’i de olsa bir de maaş bağlandı. Böylece Nene Hatun 97 yaşında yeniden keşfedilmiş oldu.

8 Mayıs 1955 yılının “Anneler Günü”nde “Yılın Annesi” seçildiğinde sevinç gözyaşları döktü…


Ve Nene Hatun Hakkında Son Söz…

“Yılın Annesi” seçildikten sadece 14 gün sonra 22 Mayıs 1955’de, Erzurum’da, yokluk ve yoksulluk içerisinde ama şükür ve tevekkülle mutlu bir şekilde zatürreden öldü…


Kabri; Aziziye Tabyası Şehitliğinde, destanlaştığı yerdedir…

Vesselâm…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder